Bir adam yok oluyor (J.B. PONTALIS) 3

Bir gün onu tanımak şansına erişmek için var olduğuna inanmak gerekir. Aynı kaldırımda yürüyorduk, Beaune ve ben. Bana hatırımı sordu. Ben aynısını ona sormaya cesaret edemiyordum. Çünkü şüphem yok, ilerde onun yardımına ihtiyacım olsa da olmasa da, artık doktorumu bulmuştum. Doktor, hasta ikisi ayrı olmalı, bir değil. Bir ortak alışkanlığımız vardı, kahve içmek. Bana sorular sordu. Ciddi kitaplar yazdığımı ve halen zaman üzerine başka bir kitap üzerinde çalıştığımı söyledim. Kaçmıyordu, ama yalnızca soru cevaplar onun işi değildi. Benim de değil zaten. Beaune hakkında bilgiler toplamak, sırlar elde etmek istemiyordum. Ondan beklediğim bu değildi. Birbirimize söylediğimiz sözcükler çelimsiz, karşılaşmalarımız kısa, ama zaman geçtikçe bu adama bağlanıyordum. Ona hep dolaylı yoldan yaklaşabiliyordum. 

Kendimizi bir maske arkasında sunmalıyız. Ben de farklı bir şey mi yaptım, Doktor Beaune'u görmeye gittiğimde? Uyku bozukluğumdan, yorgunluğumdan söz ediyordum ama yavaş etki eden zararlı bir madde gibi, yaşamımı gizlice biri ötekini silen günler dizisine, beni eşi görülmemiş boşluktan korumayı hedefleyen işler toplamına indirgeyenin adını koyamıyordum. Beaune, şikâyetime bir ad koymadı, ama söylediği cümlelerden birinde "biz" vardı.
"Neden biz artık böyle gülmeyi bilmiyoruz?"

İadeli taahhütlü bir mektup kötü bir şeydir, her zaman kötü. Sizin terk ettiğiniz bu evi, ben kurtardım, evet ben kurtardım diyorum. Bir duygu karmaşası yaşıyordum, hani bir aşk istemeden bittiğinde, kopmanın gerçek nedeni anlaşılamadığında yaşanan gibi. Hani kendi olunandan, kendine ait olandan koparılmış, canlı canlı etinin bir parçası kesilmiş gibi hissedilir ya öyle. Ve insan onu elde tutmak için daha çok şey yapmadığından kendini suçlar ya. O kadın şimdi size gelmektedir ama gittiğini söylemek içindir bu. 

"Bu o kadar da kötü değil." demişti B. Tepkimin aşırı olduğunun, öfkemin ölçüsüz olduğunun farkındaydım. Şimdiden alayları işitir gibiyim: "Biraz ölçülü olmak lazım. Yurtlarından atılanları, sürülenleri, her şeyini yitirenleri veya daha kötüsü yitirecek hiçbir şeyi olamayanları düşün." Bir yere şikâyetimi iletmeyecektim. Bunun gerisinde ne olduğunun farkındayım. Çünkü tanımış olduğum yerlerin anısı, insanlarınkine göre daha güvenilir gelmeye başlamıştı bana. Anılar, günlerin yinelenmesine olduğu kadar parçalanmasına da karşı bulduğum bir ilaçtı. Anılarla zaman bana ait olan bir düzene kavuşuyordu. Bu anı, üstüne yüzler çizebileceğim bir tablonun arka planı, bu anı tekil seslerin farklılaşacağı bir fon müziğiydi.

Anımsıyor mu? Anımsıyorlar mı? Bundan ötesi, şüpheli. Belki başka şeyler de. Bellek acı gibi, düş gibi paylaşılamaz. Ben orada anlatılamayacak ölçüde bitkin, derin ve ölümcül bir bilmecenin karşısında büyülenmiş olarak kalakaldım. Sonsuzla geçici olanın kırılgan birlikteliği. Haftalar geçiyor. Bunu bir tek ben biliyordum. Bir adam kayboluyor.

Julien Beaune hakkında söyleyeceklerimi bitirdim. Ama son sözü söylemeyi, yazmayı, başlangıçsız olana, o şekilde kalması gerekene bir son belirlemeyi reddediyorum. Çünkü tüm bitişlere kararı veren taraf olmaktan usandım. Son, başlangıç, bunları zaman bilmez. Benim kabullenmediğim, kabullenmek istemediğim de bunlar. Bu sayfaları birbiriyle kesişen düşüncelerle kim yazdırdı bana? Bir baba?

O kadar çok yüz, beden, o kadar çok gölge, o kadar çok hayalet. Ya üzerine çok küçük işaretler çizdiğim bu suni deri kaplı siyah defterde yalnızca, inatla birkaç saat için can vermeye çalıştığım hayaletler yer alıyorsa? Ya gönderilene ulaşma şansı çok da olamayan bir mektuptan başka bir şey yazmadıysam? Suni deri kaplı defteri kapattım. Işığı söndürdüm. Alışmıştık. Yanından uzaklaşıyorsak, bu korktuğumuzdan değil, görünmez avını kovalayan bir hayvanın önünde yapacağımız gibi yolundan çekilmek içindi. Onu izlediğim oldu, en azından birkaç sözcük, bir cümle parçası duyabilmek için. Bıkıp usanmadan kime sövüp sayıyordu? Patronuna, kadınlara, yönetime, topluma? Kirlenmiş kente? Doktorlara? Polise? Egzoz gazlarına? Birden onu, bir antik tiyatronun sahnesinde düşünüyordum, yalnızlıktan ve acıdan delirmiş olarak boş basamakların önünde bağırıp çağıran. İnsan dışılıkla çarpılmış biri gibiydi. Bir keresinde sanki şunu duydum: "Dünyayı anlamıyorum." Sonra daha kısık sesle: "Mahvoldu." Bir an yürümeyi bıraktı, geri döndü. Bana bir şey söylemesini bekledim, belki bana sıkıntısını anlatacaktı veya onu birkaç metre izlediğim için küfredecekti. Ama tek bir sözcük bile etmedi. Bu kez duyduklarımdan eminim, çünkü artık bağırmıyordu. Çok yumuşak bir sesle konuşuyordu, sanki savaşı durdurmaya karar vermiş, ateşkes yapmıştı. Çünkü dünyada ve başka yerde de öfkesini yönlendirebileceği kimse kalmamıştı. Evet, adam çok yumuşak ve zayıf bir sesle "zaman yok" dedi. Sanırım beni o an gördü, yanındaydım.

Anımsama ve unutma arasında bir fark göremiyordum. Geçmiş dışında hiçbir şey gelmez başına. Ne bir şeye ne bir insana güvenebilir. Canlılarla hiçbir canlı öykü oluşturamaz. Aslında bir adamın yok oluşu değil, var oluşu üzerine bir öykü bu. Evet, bir adam nasıl var olur? Yitirdikleri ve bulduklarıyla, nefretleri ve sevgileriyle, pişmanlıkları ve "iyi ki yaptım" dedikleriyle, delilikleri ve aklı başındalıklarıyla, hüzünleri ve mutluluklarıyla, bütün bunlarla nasıl var olur bir adam?

Sahi, analiz denen o tuhaf süreç, kaç kişiliktir? Anılarım tek gerçekliğimse şu soruyu sormak isterim: Çocukken sakladıklarımı yıllar sonra yeniden bulduğumda, saklayanla bulan aynı ben miyim? Kaç tane ben oldu yaşamımda? Kaçı kaldı geriye? Gidenler nereye gittiler? Yoksa hiçbiri olmadı mı? Yalnızlık bir tarihtir diyor şair. Galiba tersi de doğru. Bireysel tarihimin yalnızlığında, benden bize ne zaman geçtim? Yok olmadan önce, var olmak şansını yakalayabilecek miyim?

Nedir gerçeklik?
Sahi, ben kaç kişiyim?

Yorumlar

Popüler Yayınlar